Ezekiel - Bölüm 2
Tren raylarını su basmış, akın akın ilerliyordu. Pis ve yosunlu bir suydu tabii. Dağlar ters döndü. Hepsi teker teker çukur oldu. Artık yapraklar dal, dallar yaprak. Artık insanların konuşarak değil, bakışarak bile anlaşabildiği bir dünyadayız. Hiçbir şeyin gizlenemediği ve aldatılmışların huzura erebildiği bir dünya. Şimdi yok artık müzikler. Hava, kulaklarınız kadar boş. İsimsiz kalmışlığın etkisi bunlar. Sizin burada olmadığınızı düşündüğümde hiçbir şeyin değişmemesi gibi bir şey. Sol elde 4 parmak, sağ elde 7 parmak var artık. Gizliden gizliye fakat usulca bir şeyler anlatıyor size, resmen geleceğe yönlendiriyor. Anlam veremiyorsunuz belki dediklerime. İşte bunlar, hepsi, Ezekiel’in gördükleri. Şimdi hoş bir müzenin boş bir masasına oturmuş, kahve içiyor. Kulağında uzunca bir küpe var. Saçını arkaya taramış, biraz daha kısa duruyor böyle. Kahvenin tadı sudan farksız. Hatta, sanki Ezekiel kahveyi içmiyor da kahve Ezekiel’i sömürüyor gibi gözüküyor. Sıkılıyor kahveden, masada bırakıp gidiyor. Eserleri incelemeye koyuluyor. Sevdiği eserlerin kimin elinden çıktığını çok merak ediyor Ezekiel. Güzel bir eser çarpıyor gözüne. Bir sürü adam var tabloda. Kimileri işe yetişmeye çalışıyor, kimileri sohbet ediyor çaprazındakiyle. ”Hafta içi anlaşılan.” diyor Ezekiel içinden. Tüm adamların karşısında yıkık dökük bir bina var. Kapısının üstünde Z harfi ile başlayan bir şeyler yazıyor. O sırada, Ezekiel, cebindeki kalem kağıdı çıkartıp tabloyu betimlemeye başlıyor:
”Siyah beyaz bir tablonun içindeki sigara içen, patronunu tatmin ettirmeye giden, keyfini tüttüren bir sürü bey. Tam olarak ne anlatmaya çalıştığını bilmiyorum, yorumcu değilim. Fakat en çok dikkatimi çeken şey, öndeki beyefendi oldu. Uzun ve kıvırcık saçı var. Takım elbisesi olmayan tek insan olabilir. Koşuyor, bulanık duruyor biraz. Ona ait, net olan tek şey, elindeki çakıya benzer cisim.”
Kağıdı iyice katlayıp cebine geri koyduktan sonra tablonun sağ altına bakıyor. ”Fench, Y.Z.” yazıyor orada. Fench’i hiç duymamış, onun dikkatini çeken yanındaki harfler oluyor. Kağıdı geri çıkartıyor, katladığı yerin üstüne yazıyor bunu. Dün, yine karşısına çıkmıştı bu harfler. Bankta oturmuş, taksi bekliyordu. Önünden geçen bir arabada yazıyordu. Henüz girmişlerdi 1950 yılına, 26 yaşındaydı. Bir hafta önce, Eyfel Kulesi’nin yanından geçerken âşık olmuştu ilk kez. Her gün geçerdi aslında oradan. Ancak bir hafta öncesine kadar etrafına bakmamıştı hiç. Eyfel Kulesi’nin nasıl gözüktüğünü bile bilmiyordur şimdi. Sonra ayıldı, birden bu anıların hiçbirinin ona ait olmadığını anladı. Hiç birisine âşık olmadığını, dün taksi beklemediğini, şimdi ise o tabloyu görmesi gerekmediğini hatırladı. Karardı ortalık, bambaşka bir yere gitti.
…
Pis lağım sularıyla dolu raydan tren geçiyor, onu ıslatıyordu. Arkadan birisi geldi, omzuna kolunu attı. Ezekiel kafasını ona çevirdi, betimlemekten sıkıldığım adamdı. Uzun, kumral, kıvırcık saçı ile tam yanında, biraz arka çaprazında duruyordu. Gençti, en fazla on altı yaşındaydı. Kendini geri çekti Ezekiel, neler olduğunu anlayamıyordu. Adamın kolunu tutarak aşağıya indirdi, omzuna iki kere yavaşça vurdu.
Sakince:
— Kim oluyorsun? -dedi.
— Adım Yuka, sana eşlik etmeye geldim.
— Eşlik etmek mi, ne için?
— Çünkü yanlış yerdesin. Burası, ölümün başlangıcı.
— Öldüm mü?
— Hayır, doğdun aslında, yanlış yerde doğdun.
Ezekiel sustu. O sırada aklına kardeşi geldi, onu bulmalıydı. Ceplerini karıştırdı, not kağıdı cebindeydi. Sonra etrafına bakındı. Dümdüz, çimlerle kaplı bir yerdeydiler. Sadece ortada bir ray ve arada geçen trenler vardı. Yine bir trenin sesi duyuldu, az sonra önlerinden geçecekti. Hazırlandı Ezekiel, atlayacaktı. Ölüm nedir bilmiyordu, masumun tekiydi aslında. Yine de gerilmişti, tuhaf hissediyordu. Sonra, atladı. Rayların üstüne düştüğünde tren ezdi onu. Yuka öylece duruyordu, engel olmamıştı. Her vagonu üstünden geçtiğinde bir takırtı duyuluyordu. Gözlerini kırpıp açtı, aslında atlayan Yuka’ydı, Ezekiel ise izliyordu. Bir şeyler konuşmuş, sonra da atlamıştı. Durgunca bakıyordu, yüzünde güç yoktu artık. Arkadan bir rüzgar esti, saçının öne savrulmasını sağladı. Siyah saçından başka hiçbir şey görmüyordu artık. Elleriyle düzeltmeye koyuldu. Tekrar önünü görmeye başladığında, bambaşka bir yerdeydi. Taştan yolları olan, dar bir sokaktı burası. Evler beyazdı, kenarları siyah odunlarla kaplıydı. Üstünde renkli ışıklar saçan ampuller vardı, yolu aydınlatıyordu. Biraz yürüdü, eski bir yerdi burası. Biraz sonra geniş bir yere çıktı. Etrafında sekiz farklı yol vardı. Her taraf palabıyıklı beylerle, uzun elbisesi olan kadınlarla doluydu. Herkes dost gibiydi birbiriyle, yardımlaşıyorlardı. Akşamüstü olmasına rağmen oldukça kalabalıktı ortalık. Ezekiel eski bir evin önündeki taşa oturdu, tek elini çenesine koyup öylece etrafa bakındı. Dalmıştı, tuhaf düşünceler kuruyordu kafasında. Oradaki insanlar sofra hazırlıyor, masaya doluşuyorlardı.
Genç bir kız Ezekiel’i çağırdı:
— Ezekiel! Sofraya gelmeyecek misin? -dedi.
Ezekiel kendine geldi, şaşırmıştı. Adını nasıl biliyordu ki? Ayağa kalktı, sofraya doğru yürümeye başladı. Büyük bir sofraydı, yirmiden fazla kişiyle birlikte yemek yiyecekti. Boş bir sandalyeye oturup herkesin yerleşmesini bekledi. Arkada güzel bir klasik müzik çalıyordu. Önce dua ettiler, şükrettiler ve afiyetle yemeye başladılar. Hoş ve sıcak bir ortamdı, kimsenin kimseden utandığı yoktu. Ezekiel’di belki de tek utanan, çekine çekine ilk yudumunu ağzına attı. Tuhaftı tadı, ağzını yakıyordu yavaş yavaş. Çaktırmadı bunu, önündeki bardaktan suyunu içti. Su ağzındaki yanık hissini azaltmıyor, aksine daha da körüklüyordu. Terlemeye başlamıştı, terleyince saçı kaşınırdı Ezekiel’in. Bitmiş bardağına su doldurmaları için rica edecekken fark etti, konuşamıyordu çünkü dili şişmişti. Yutkunamıyor, zor nefes alıyordu. Sofradaki tüm insanlar Ezekiel’e bakmaya başladı. Tuhaftı ama, hepsinin yüzü aynıydı. Kafaları hafif aşağıya eğikti ve dişlerini göstere göstere gülüyorlardı. Gözleri kısıktı. Yüzleri buruşuktu. Saçları uzun, düz ve kahverengiydi. Hepsi aynı kişiydi anlayacağınız. Ezekiel’in yanında oturan kişi eline bıçak almıştı. Ya gerçekten yavaşça Ezekiel’in yüzüne doğru yaklaştırıyor ya da Ezekiel o anı yavaş yavaş görüyordu. Sakin, yavaş bir cızırtı vardı arkada. Arada yükseliyor, bazen tamamen kesiliyordu. Ezekiel kalktı sofradan, koşarak kaçmaya başladı. Sekiz yoldan birisine girdi, dardı yine. Giderek aşağıya iniyordu yol. İleride bir kuyu gördü. Sonuna kadar su ile doluydu şansına. Ağız kısmını komple soktu içine. Yemek borusu acıyordu ama dilinin şişkinliği azalıyordu. Kafasını kuyudan çıkarttığında tekrardan hayata döndüğünü hissetti. Artık rahatça nefes alabiliyordu. Tonny’nin şakayla karışık düşündüğü şeyleri düşünmeye başladı, görecek çok şeyi vardı daha. Kolu ile ağzını silerek yürümeye koyuldu. Ellerini cebine attı, cızırtı hâlâ devam ediyordu. Sevmişti onu, yanından gitmeyen tek şeydi şimdilik. Her taraf evlerle doluydu, beyaz ve hoş evlerle. Tasarımları da bir o kadar hoştu. Ezekiel’in Aklı boştu artık, yürürken ne düşündüğünü kendisi bile bilmiyordu. Nasıl yürüdüğünü, nerede yürüdüğünü ve nereye yürüdüğünü de bilmiyordu. Bu kısımda Ezekiel’i düz beyaz çizgide yürüyen bitkin bir adammış olarak hayal edebilirsiniz. O sırada aklına Yuka geldi, öldü adamcağız. Biraz durdu ve tekrar düşünmeye başladı, çoklu evren teorisini. Haklı mıydı Tonny? Başka bir evrenin başka bir Ezekiel’i mi olmuştu şimdi bizimki yoksa buralarda başka bir Ezekiel daha mı vardı? Arkasını döndü, kuyu ile arasında iki metre bile yoktu. Dişlerini sıktı, ellerini yumruk haline getirerek ıkınıyormuş gibi sesler çıkartmaya başladı. Sinirlenmişti kendine, kardeşiyle hiç ilgilenmediğini fark etmişti. Şimdi yanında bile değildi, çoktan özlemişti. Keşke trenin önüne atlayan ben olsaydım, diye düşünüyor, kuyunun kenarına vurmayı planlıyordu. O anda, Ezekiel’in arkasından, geçitten geçmeden önce gördüğü o yıkılmış, yok olmuş adam belirdi. Sarsaktı, yorgundu, hastaydı ve sinirliydi. Yüzünün yarısını saçı kapatıyor, tam olarak kim olduğu anlaşılmıyordu. Biraz ileriye atıldı. Sağ kolunu ileriye doğru kaldırdı, eli ile ”Dur” işaretini yapıyordu.
Zorla konuşarak:
— Rica ediyorum, yapma. -dedi.
— Geçen seni gördüğümde, son görüşüm olduğunu sanıyordum. Sen de kimsin, neden birden çıkıp duruyorsun?
—Ben, -diyecek oldu, sonrada ateşler arasında yanarak yok oldu.
…
Bana göre yazmak, hayal ettiğin iki karakterin konuşmasını yazmak bir çeşit şizofreni belirtisidir dostlar. Dikkat edin, bunu yapanlara şizofreni demiyorum, küçük bir belirti sadece. Mesela: Eğer iki farklı karakteri konuşturacaksanız, kendinizi ikiye bölmek zorunda kalırsınız. Bir tarafınız birini savunur, bir tarafınız diğerini. Aslında, kendinizle konuşuyormuş gibi yaparsınız bunu. Gerçekten de öyledir, belki düşünce bakımından ikiye ayrıldığınız için bunu anlamazsınız ama hakikaten kendinizle konuşuyorsunuzdur. Kendinize yazıyorsunuzdur bir betimlemeyi, bir özelliği, bir olayı. Sizi bilmiyorum, ben hiç rastlamadım öyle, bir karakteri bu dostuma bir karakteri şu dostuma yazdırayım da daha gerçekçi olsun, diyen birine. Aman, neyse, en son konuştururken ikiye ayrılmak zorunda kalmadığım tek karakter yok olmuştu. Yana yana yok oldu hem de. Ezekiel artık iyice delirmiş ya da delirmekte olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bir şeyler, bu şeyler ona fazla geliyor, sınırlarını zorluyordu. Gözlerini sıkıca kapatmış, aldığı nefeslerin en derinini alarak rahatlamaya çalışıyordu. Gözleri yanıyor, başı ağrıyor ve dönüyordu. Gözlerini yavaşça açtı, kuyuya yanaştı tekrar. İçine bakmaya başladı, parlıyordu. Sinirden kavrulan elini suya soktu. Yine gözlerini kapattı, zihni bomboştu bu sefer. Hani, müzikler yok demiştik ya, unutmuşuz biz o sözü. Unutmamız ile, Ezekiel’in kafasında bir melodinin tınlamaya başlaması bir oldu. Ardından ince sesli Japon bir kadın, kendi diliyle yazdığı şarkıyı söylemeye başladı. Müziği güzel, kadının sesi de bir o kadar hoştu. Gözleri hâlâ kapalıydı. O sırada ağzına güzel bir pasta tadı geldi. Çilekli, muzlu, kakaolu falan gibi betimlemek doğru olmazdı, çünkü, o pasta bütün tatları aynı anda verebiliyor gibi hissettiriyordu. Ağzının istemsizce çiğneme hareketleri yaptığını fark etti. Sonra yutkundu, küçük pasta dilimciğini midesine götürdü. Soğuk hissediyordu ve yalnızlığı ikiye katlanmıştı bu sefer. Gözlerini açtı, lüks bir lokantadaydı.
Karşısındaki ona bir şeyler anlatıyordu:
— Sonra karşında, kuyunun diğer tarafında tekrar onu gördüğünü düşün. Trenin önüne atlamıştı ya hani, geri gelmiş bu sefer. Her seferinde sana ters köşe yapıyor, seni bir önceki seferden daha da şaşırtıyor. Ağır gözlerinle ona bakıyorsun. Yavaş adımlarınla ona yaklaşıyorsun. Sana alttan elini uzatıyor, yukarıya doğru açmış avucu ile. İstemsizce kendi eline bakıyorsun ve avcunun içinde ıslak bir şeyler hissediyorsun.
— Dur, nasıl yani? Bunlar, az önce yaşadığım her şeyi aslında yaşamadım mı? -dedi Ezekiel.
— Ne? Yahu, canım, sözlerimin arasında sürekli hayal etmeni söylerken nasıl kendini kaptırabildin?
— Ha s*ktir, en başından beri burada keyif mi yapıyorduk yani?
— Aman! Yok, seninle hayal falan kurulmuyor. Şimdiden kendini kaptırmışsın, adımı falan da unutmuşsundur kesin. Robin ben, memnun oldum. -dedi dalga geçerek. Sonra gülümseyerek sağ elini uzattı, tokalaşmak için.
— Robin… Kimsin sen?
— Bırak şimdi şakayı. Sen bana saat 8’den sonra müsait misin onu söyle, sahilde oturup sarhoş olalım diyorum.
…
Her ne kadar hatırlamasa da Ezekiel, çoktan birçok insanla tanışmıştı. Ton’u bulmuştu, Yuka ile yakından arkadaş olmuşlardı. Yakın demişken, en yakın arkadaşı da Robin’di. Çoğu zaman Tonny’den çok onu görürdü. Robin’in olgun bir kişiliği vardı. Genelde arkaya taradığı kısa kahverengi saçı ve küçük bir göbeği vardı. Kendisiyle konuşmayı sevenlerdendi, kendisini dert ortağı seçmişti. Gözleri de kahverengiydi. Tam esmer de sayılmazdı. Çocukluğunun saf kısmını sanayide, aydınlandıktan sonraki kısmını çoklu evren ve geçit teorilerinde harcamış ve pis bir şehirden kurtulmayı başarmıştı. Şimdi buradaydılar, güzel bir lokantada oturmuş bir şeyler yiyorlardı. Yeterince yalnız hissediyorlardı. Üç yıldır birlikteydiler ama yalnızlığın dibine de vurmuşlardı. Kafanız karışmasın, bu Ezekiel başka bir Ezekiel değil. Bildiğiniz Ezekiel, evden kovulan yani. Burası neresi mi? İkinci evrendeler şimdi, Yuka’nın yönettiği sade fakat gelişmiş bir şehrin -gelişmiş dediğime bakmayın, her yerin koca koca apartmanlarla doluşundan bahsediyorum- insanları olmuşlardı. Evet, aslında Yuka ile hiç tren rayı yanında tanışmamıştı Ezekiel. O da Robin’in hayali, Ezekiel’in korkunç hayal edebilme gücündendi. Genelde geceleri takılır, sahilin taştan yoluna koydukları iki sandalyede oturup sarhoş olurlardı. Şişelerini, içilen şey bittikten sonra tokuşturmayı severlerdi. Peki ne olmuştu aslında geçitten geçtiğinde? Tamamıyla beyazlardan oluşan yaşlı adamı görmesi hayal değildi. Aslında bunu geçitten geçen herkes farklı farklı renklerin farklı farklı tonlarıyla görmüştü. O adamı gördükten sonra bayılmış, ayılınca da kendini çimenlerin arasında yatarken bulmuştu. Ayağa kalkıp etrafına bakındıktan sonra bir süre yürümüş ve sonunda yaşam belirtisi olan bir yere denk gelmişti. Tam bu lokantaya girmiş, garsona binlerce soru sormuştu. En sonunda garson güvenliğe, güvenlik şehir başkanına götürmüştü Ezekiel’i. Orada Yuka ile tanışmış, aynı soruları ona da sormuş ve güzelce anlaşmışlardı. Yuka 16 yaşındaydı o zamanlar. Ezekiel onun bu yaşta başkan olmasına şaşırmamıştı, evren farkındandır, deyip geçmişti. Hatta kendi evrenindeki başkanların geneli yaşlı olduğundan sevinmişti bu duruma. Şehrin merkezinde gezinirken, yaşadığı olayların heyecanından unuttuğu kardeşiyle karşılaşmış, ölesiye kucaklamıştı. Tonny ondan birkaç gün önce ayılmış, çoktan ev kiralamıştı. Abisine kaldıkları evi ve hoşuna gidebilecek birkaç dükkan göstermişti. Bir sene sonra Ezekiel kendini içkiye vurmuştu, Robin ile de orada tanıştı. Robin’in küçük bir barı vardı, müşterileri sabitti. O günden sonra bir müşteri daha eklenmişti. Ezekiel oraya ilk gittiğinde ne içeceğini bilemiyor, ”İçki uzat!” deyip duruyordu. O anda anlamıştı Robin onunla dost olacağını. Kendisi de sanayiden kazandığı paraları içkiye harcar ama içkiye içki demekten başka bir şey bilmezdi. Sakin barlara takılır, en çok az kişilerin olduğu yerlere otururdu. İlk içmeye başladığında 12 yaşındaydı, babama ileteceğim, dedikten sonra kapmıştı koca şişeyi. Poşete sardıktan sonra bardan çıkıp sahil kenarı köftecilerin taburesine oturdu. Poşetten gizlice çıkarıp açmaya çalıştı. Taburenin sırt yaslama kısmı olmadığından insanlara sırtını dönüp yavaş yavaş yudumlamaya başladı. Tadı acı ve ekşi gelmişti. Kötü hissettirmişti Robin’i, yaptığı şeyi sorguluyordu sürekli. Şimdi ailemin yanında uzanıp uyuyakalmak vardı, diyordu. Gençken yaşlıya bürünmüştü adeta. Az bir kültürü olsaydı eğer, kafasında suçluluğu betimleyen melankolik bir piyano parçası çalardı. Şansına, yakınlardan klasik gitar sesi duyuldu. İki üç adım uzaklığındaki tabureye oturan uzun bıyıklı bir adam, Tárrega’dan Capricho arabe parçasını çalmaya başlamıştı. O an uyanmıştı işte Robin. Hayatını veya yaşadıklarını sorgulamaya başladı. Gerçekten yaptıklarını yapmak istediğinden mi yapmıştı, bunu sorguladı. 100 yıl sonrasını sorguladı, 100 yıl öncesini de. Eğer Kuzey Kutbu’nu sorgulayacak olsaydı Güney Kutbu’nu da sorgulardı. Güzel gitar parçası hızlandıkça Robin’in sorguladığı şeyler artıyor, sakinleştikçe içkisini yudumluyordu. Sonra, Tonny’nin yaptığı gibi yaptı. Gezdi tüm aptalca gözüken yerleri. Çocuk parklarını, sahil ortalarını, çöp alanlarını, Çöpatanlar Mahallesi’ni -yok öyle bir şey!- falan işte. Duyduğu ilk müzik parçasıydı Capricho arabe, tanıdığı çoğu tamir aletinden daha hoş ve güzeldi. Eğer duyduğunuz, gördüğünüz bir şeye bağımlı olduysanız, büyük ihtimal ile o an yaptığınız şeye de bağımlı olursunuz. İşte, Robin duyduğu müziğe bağımlı olmuş, bu yüzden içtiği içkiye köle olmuştu. Çocukluktan arkadaşları vardı, bir gün onlara da tattırmıştı dinini. Evet, tapıyordu artık klasik gitar eşliğiyle içki içmeye. Sonra gittiler evlerine, Robin tek kaldı. Hava karardı, deniz soğumaya başladı. Gri uzun şortuyla denize bacaklarını sokmak istedi. Henüz 12 yaşındaydı efendim, o yaşta sahilde uyuyakaldı. Sonraki gün, kendine geldiğinde, evin yolunu tuttu. Kapıyı çaldı, üç kere de tıkladı. Annesi açtı kapıyı, üstü başı dağınıktı. Umursamaz gözlerle bakıyordu oğluna. Utanmasa ”Ne var?” diyecekti. Robin eve yürürken gereğinden fazla düşünmüş, düşünmenin verdiği utanç ve kötümser hayaller ile kahrolmuştu. Düşündüğü de olmuştu aslında, annesinin umurunda bile değildi. Bir süre daha açık duran kapı, Robin’in hiçbir şey dememesi ile yüzüne kapatılmıştı. Camları açıktı, salondan seslenen adamın sesini duydu. Babası değildi, olamazdı da zaten. Neyse, işte, artık sanayiden kazandığı paraların tamamını yeni yeni içkilere harcamaya başladı Robin. Ustasından rica etmişti, arada onun evinde kalıyordu. Artık yavaş yavaş hangi içkinin hangisinden daha iyi olduğunu, hangisinin en iğrenç tada sahip olduğunu ve hangisinin tadının tapılası güzellikte olduğunu anlayabiliyordu. Hayalleri değişmişti, ölmeyi umuyordu. Bir yandan yeni yeni şeyler öğreniyor, giderek inandığı şeyleri değiştiriyordu. Sonra da, çoklu evren teorisine kafasını yordu işte. Yalnızlığı küçükken tatmış, bu durumdan sıkıldığı için bar açası gelmişti. Eski bir binanın zemin katındaydı bar, küçük ve karanlık bir yerdi. Kapısı açılırken tavana sopayla bağlanmış zile çarpar ve içerdekiler kafasını hemen kapıya çevirirdi. Sarhoşlar agresif değildi, herkes sakin takılırdı. Robin’i sevin, lütfen. Yalandan bile olsa, bir günlük bile olsa seviverin.
…
O gün Robin’in üstünde soluk yeşil, ince bir kazak, altında bol koyu mavi pantolonu vardı. Eli hâlâ havadaydı, Ezekiel’in kendine gelmesini bekliyordu. Biraz durdu Ezekiel. Gerçekten de hayalinde miydi az önce olanlar? Yavaş yavaş hatırlıyor, hatırladıkça karşısındaki surat daha da yakın geliyordu. En sonunda hatırladı dostunu, çıkmıştı hayalin etkisinden. Esnedi. Esnerken, sağ üst damağının yara olduğunu da hatırladı. Tam Robin’e bundan bahsedecekken, dün gece zaten bahsettiğini de hatırladı.
Titreyerek:
— Neydi o öyle? Hayatımdaki en karışık, en saçma hayali gördüm sayende. -dedi.
Robin gülümsedi tekrar, elini de yavaşça geri çekti. Masaya baktı, pastaları çoktan bitmişti. Garsonu çağırdı, hesabı ödedi. Çok virgüllü davranıyordu. Her yaptığı şey, bir sonraki yapacağının habercisiydi. Ezekiel saatine baktı, 4’e çeyrek varken kalkmak zorundaydı ve 4’e çeyrek vardı. Aslında baktığında saat kaçsa o saatte kalkması gerektiğini söyleyecekti. Nereye gideceğini bilmiyordu, sadece kalkmak zorundaydı. Hâlâ az önce gördüklerinin hayalden ibaret olduğuna inanamıyor, bunu sorgulama isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Cebinden sigara paketini çıkarttı.
Kalkarken:
— Robin, -dedi,- benim acilen kalkmam gerek. Teşekkür ediyorum pasta yerken bana eşlik ettiğin ve hesabı aydan kalan son paranla tamamen kendin ödediğin için. Teşekkür ediyorum dostum olduğun için. Birde, 8’de barda görüşürüz.
Robin eliyle selam verdi. Ezekiel hızlı adımlarla uzaklaştı oradan, arkadaşıyla hiç samimi konuşamadığını fark etmişti. Her şeyi hatırlıyor, yaşadıkları her şeyi biliyordu fakat o gördüklerinden sonra, birden buraya ışınlanmış gibi hissediyordu. Yaşadığı her şeyi başkası yaşamış, ona yediriyorlarmış gibi hissediyordu. Bir yol vardı zihninin ortasında, hiç bitmeyen ve ilerledikçe daha da genişleyen bir yol. Bittiğini sandığı her yerde yeni bir daha çıkıyordu karşısına, bunlar onun hayalleriydi. Hayalleri bitmiyordu Ezekiel’in, fazla da düşündüğü yoktu oysa. Nereden geliyor bunlar, nasıl da rahatsız ediyor Ezekiel’i? O gün Ezekiel bol siyah pantolonunun üstüne beyaz gömleğini giymiş, gömleğini de pantolonun içine sokmuştu. Saçı yine bağlıydı, tatlı duruyordu. Yüzü inceleşmişti, gözleri büyük gözüküyordu biraz. Sanırım 17 yaşındaydı artık. Bilmediği yerlere giderken hem çok düşünmediğini düşünüp kendini avutuyor hem de Robin’e karşı samimi konuşmadığı için kendine kızıyordu. Çok sıcaktı hava, renkliydi gelişmiş şehir. Yolun yarısında, belediye binasını gördü ve aklına Yuka’nın yanına gitmek geldi. Artık üç yıl boyunca yaşadığı hiçbir şeyin önemi yoktu. Ezekiel gördüğü hayalde neler yaşandıysa ona inanıyordu artık. Yuka’da ölmüştü oysa hayalimde, diye düşündü belediye binasına yönelince. Ellerini kollarını sallaya sallaya, omuzlarını bir o yana bir bu yana yönelterek yürüyordu. Sinirli gözükemiyordu, sevimli duruyordu daha çok. Önce binanın güzel bahçesinden geçti, uzun merdivenlerinden çıktı ve büyük kapısını iterek içeri girdi. Serindi içerisi. Bana hangi davranışlarını virgülle, hangi davranışlarını noktayla ayıracağımı şaşırtacak kadar tuhaf davranıyordu. Üç kat vardı binada. Katların kuş bakışı haritalarına bakıp Yuka’nın odasını bulmalıydı. Biliyordu aslında yerini, ama bilmiyordu da. Çünkü, dedim ya, artık hiçbir önemi yoktu yaşanmışların. Ne varsa hayallerinde vardı. Sonunda buldu, üçüncü kata çıktıktan sonra sağa gitmesi gerekiyordu. Merdivenleri ikişer ikişer çıkıyor, zıplayan bir tavşanı andırmayı iyice beceriyordu. Birinci kata çıktığında duvardaki yazıyı gördü. Yeterince büyük yazılmış Y ve Z, aralarında da uka ve ew vardı. Yani, Yuka Zew yazıyordu orada. Demek bu yüzden sürekli karşısına çıkıyordu; Robin, Yuka’yı seviyordu. Nefesi hızlanınca anladı yorulduğunu. Merdivene oturarak dinlenmeye başladı. Bakışları sakinleşmişti, Y ve Z’nin meslek sırrı gibi kalmasından korkuyordu. Alakasızca, aklına insanın uyurken aslında hiç rahat olmadığı geldi. Yüzü salyalarla doluyor, burnu çok kez bükülüyor ve yüzünde yattığı yerin izi çıkıyordu. Hastaysan ağzın kokuyor, burnundaki sümükler kuruyor ve boğazında balgam birikiyordu. Uyumak tam bir işkenceydi. Bunu iyice düşündükten sonra kendine küfretti. Durduk yere ne kadar iğrenç şeyler düşünebildiğine şaşırmıştı. Kardeşini de özlemişti, sanki üç yıldır görmüyordu. Fakat Yuka ona tuhaf geliyor, ayrı bir önem taşıyordu. Onunla tekrardan tanışacaktı şimdi, meraktan çatlıyordu aynı zamanda. Heyecanla tekrar ayağa kalktı. İkinci kata çıkmak için merdivenleri tırmanmaya başladı. Artık üçer üçer zıplıyordu merdivenlerde. Yine terden saçı kaşınmaya başladı. İkinci kata geldiğinde mola vermedi, hemen atıldı merdivenlere. Durdu birden, bu sefer aklına iki tane balık geldi. Küçük bir akvaryumdaki iki Japon Balığı. Havasız kalmışlar, 75 derece yukarıya bakarak hava almaya çalışıyorlardı. Üzüldü Ezekiel balıklara, sonra yoluna devam etti. Yuka’ya ulaşmalıydı, Yuka Japon Balığı mıydı sanki? Yuka 75 derece dik açıyla mı bakıyordu gökyüzüne? Ezekiel balıkları severdi, o yüzden Yuka balık olamazdı onun için. Şimdi hiç tanımıyordu Yuka’yı, üç yıllık arkadaşını. Hiç tanımadığı bir insana nefret besliyordu. Acaba Yuka hayalinde gördüğü gibi miydi? Yani, önceden gördüğü için mi Yuka’yı hayal etmesi söylendiğinde hemen öyle gelmişti karşısına? Anlayacağınız üzere, Ezekiel’in kafasındaki düşünceler matematik kadar karışmıştı. Bir kasetçalar ile Amerikan futbolunu kapıştırabilirdi. Biz onun iç dünyasından bahsederken, fiziksel kısmı çoktan varmıştı üçüncü kata. Sağa yönelmişti, duvardaki tabelaları takip ediyordu. En sonunda, odanın karşısında dikiliyordu. Kocaman ”Yuka ZEW” yazıyordu, altında da Şehir Başkanı. Dört kere tıkladı kapıyı, seslendi içerideki ses. Açtı kapıyı, girdi içeriye. Selam verdi ve oturdu en rahat köşeye. Yuka sevinmişti, dostu gelmişti. Konuşacak kimsesi vardı artık. Ezekiel onu dikkatle inceledi, en ince ayrıntıya kadar gözden geçirdi.
Yuka dayanamadı:
— Nasılsın? -diye sorarak odadaki ilk konuşan kişi oldu.
— Ne iyi, ne kötü. -derken virgül ve noktadan önceki harfleri uzatıp durdu.- Senden?
— Ben de, iyiyim herhalde. Son beş yıldaki nüfus artışını hesaplıyordum.
— Kaç çıktı?
— Altı.
— İyi bakalım. Aslında, sana bir soru soracaktım.
— Merak ediyorum, nedir?
— Hiç resim çizdin mi şu zamana kadar? Hani şu, çok gerçekçi olanlardan.
— Resim çizmekte gerçekçiliğin bir sınırı vardır. Çok gerçekçi, diye bir şey en azından çizilen resimler için geçersizdir. Sanırım, fotoğraf çekmekten bahsediyorsun. -dedi gülerek.
— Madem anladın bahsetmeye çalıştığım şeyi, neden cevaplamak yerine açıklıyorsun?
— Fotoğraf çekmek çok zahmet verici bir iş. Bir kere denemiştim aslında. Fotoğrafa bir baktım, benim yüzümden gitmiş güzelim kare.
— Nasıl senin yüzünden?
— İşte, bulanık çıkmışım.
— Anladım, sağ ol. Gideyim ben.
— Bu kadar mıydı soracakların?
Ezekiel çoktan ayaklanmış, kapının yanına gitmişti. Yuka’ya dönüp ‘başparmak havaya’ işaretini yaptı. Sonra hızlıca kapıyı açtı, gitti ve sertçe kapattı. Yuka şaşırmıştı, neden sorduğunu anlayamamıştı. Evet, Yuka gerçekten de hayalindeki gibiydi.
…
”Robin büyücü. Bir asası var yanında taşıdığı. Bunu neden şimdi düşünüyorum, inan ben de bilmiyorum ama zaten Robin’i Robin yapan şey büyücü olması. Büyücü olduğunu anlaması, bahsetmeye şimdi başlamam kadar geç olmuş. Geçitten geçtikten sonra, benim gördüğüm beyaz adamın yeşil halini görünce kazanmış yeteneğini. Asasını da yeteneği yüzünden yanlışlıkla oluşturduğunu söylüyor. Neymiş, evde uzanırken eline aldığı kaleme parmağının ucuyla sürtünce asaya dönüşmüş bilmem ne. Arada, bara gittiğimde, içkimi asasıyla doldurup şekil olmaya çalışıyordu. Neyse ne işte, anlayacağım, Robin baya baya büyücü. Bu şaşırılacak bir şey değil aslında, tanıştığım herkes geçitten geçtikten sonra saçma veya düzgün birkaç yetenek kazandığını söylüyordu. Robin gündelik hayatında büyücü olduğunu pek önemsemiyor, anca ava gidince kullanıyordu bu durumu. Ben ise anca onu kıskanıyorum. Şimdi düşününce, Yuka’nın da bir yeteneği olabilir mi?” Ezekiel eve giderken bunların hepsini düşünüyor ve kendi kendine açıklayıp geç hatırladığı için özürler diliyordu. Üç yıl boyunca Yuka’yı nasıl sevdiğine şaşıyor, şimdiden düşmanı bile sayıyordu. Bir yeteneği, özel gücü olsaydı ilk onu yok ederdi evrenden. Nedenini bilmiyor fakat yine de yok olması gerektiğini düşünüp duruyordu. Sonra, Yuka’nın sevdiği kadın geldi aklına, birde o pislik fikir… Biliyorum, karıştı kafanız. Karıştı her şey birbirine, iç içe girdi. Fakat huyum bu, efendim. Bunu yapmadan duramıyorum. Zevk alıyorum bundan! Utanç verici ve tiksindirici yazmaktan zevk alıyorum! İnsanları insanlar ile düşman etmekten zevk alıyorum! Keman içen bir adam, sigaranın yayını çeken bir kadın, ağaç görünce çişi gelen bir çocuk ve buzdolaplarına âşık bir adamdan bahsetmekten zevk alıyorum! Birisi at arabasının direğine sarılıp dans etmiş. Kapısı açılınca da at arabasındaki diğer iki arkadaşını boş verip kaçmış, evlerin çatısına tırmanmış. Sürücü onu takibe almış arkadaşlarının isteğiyle. Çocuk hem gülüyor, dil çıkartıyor hem de kaçıyormuş. Atın duvarları tırmanamayacağını sanmış, at merdiven yaratmış. Çocuk atlamış yere, ölmüş. Kafası kalbine dokunmuş, beyni damarlarına. İki arkadaş gülerek anmışlar onu, iyi ölümdü, demişler. İyi ölümdü beyler, kolay gelsin. Oradan bir kadın geçiyormuş kalın montuyla. Kışın kasılarak monta sarılmak kadar güzel hiçbir şey yoktur şu hayatta. Neyse, omuzları çenesinin hizasında olduğundan görmemiş ölen çocuğu, geçmiş yandaki yoldan. Sonra Yuka’yı görmüş. Anlıyor musunuz dediklerimi? Nasıl da bağladım gördüğüm rüyayı anlatmak istediklerime! Yuka onu ondan önce görmüş, kalbi de Yuka’dan önce. Kadının adı Florida’ymış. Florida eyalet ismiymiş ama Florida eyaletten çok daha güzelmiş, Florida ismi ona ait olmalıymış falan filan!
…
Gözleri büyüktü, çenesinin gidişiyle çok tatlı bir uyum sağlıyordu. Görseniz kıskanırdınız onu ve güzelliğini, benim olmalı, derdiniz. Saçı siyah ve kıvırcıktı -belki de değildi, hatırlamıyorum-. Size onun ne kadar güzel olduğunu açıklamayacağım daha fazla, anlatabileceğimi de düşünmüyorum. Zaten, Yuka onu güzel olduğu için sevmedi. Bir gün uyandı ve bir baktı, artık hayatını ona adadığını hissetti. Yine aynı yere gitti o gün, yine aynı montuyla gelmişti. Florida’yı görür görmez uslu bir köpek gibi yanında bitti. Ona onu ne kadar sevdiğini anlatacaktı. Sokak çok griydi, iç bunaltıcı bir havası vardı. Florida’nın bakışları çok mavi kalıyordu buranın aksine. Gözleri de çok güzeldi, hayran kalmamak mümkün değildi belki de. Günler adamakıllı hızlı geçmişti sonra. Yuka, Florida’ya olan aşkını iyice açıklamıştı. Florida hiçbir şey demiyor, bir kere bile sesini duymasına izin vermiyordu. Bunlar, Yuka 17 yaşındayken yaşanmıştı, iki sene önce. Yani, Yuka’nın 16 yaşında olduğunu söylediğim vakit üç yıl öncesiydi. Bu anlattığım aşk anılarını da, Yuka Ezekiel’e anlatmıştı. Ezekiel bunları düşünürken çoktan eve girmiş, rahat ve uzun koltuğuna oturmuştu. Dirsekleri dizlerine değiyor, ileriye doğru eğilmiş gibi oturuyordu. Saatine baktı tekrar, 5’e çeyrek vardı bu sefer. Sol elini ağzına yaklaştırdı, tırnaklarını yemeye başladı teker teker. Tırnaklarını yerken ağzı gülermiş gibi bir şekil alıyordu. Dişleri ellerinden kuvvetliydi. Sonunda karar vermişti! Madem o Yuka’ya düşman, zevkli olması için Yuka’nın da ona düşman kesilmesi lazımdı. En pislik yolu çoktan seçmişti, Florida’yı öldürecekti. Sonrası kolay ve bilindik olandı, sıra düşmanına gelecekti. Bunlar, sebepsiz nefretin doğurdukları, dostlar. İnsan birisine hiç gereği olmadan da sinir olabilir. Gıcık olur mesela, nefret eder. Yanılır mesela, nefret eder. Belki önyargılı bir insandır, nefret eder. Ya da dış görünüşe önem veren bir çöpçüdür, sırf dış görünüşü yüzünden nefret kesilir o insana! Ben nefretin en saçma halini açıklarken, Ezekiel oturduğu koltuktan kalkıp mutfağa yöneldi. Bıçakların olduğu çekmeceyi çekti hızla. Gözüne yeni yıkanmış satır çarptı, kocaman bir şeydi. Kan görmemiş birisi cinayet işleyebilir mi, diye düşündü o sırada. Aldı satırı eline, sol başparmağının eklem kısmını kesmeye başladı. Çıkan kan hızla gözünün altına sıçradı, durdu. Sanki bin yıldır bu anı bekliyordu! Gördükleri bir hayalse bile, uyanmıştı artık. Belki de teşekkür borçluydu Robin’e sırf bu yüzden. Ezekiel, ona yol göstermek isteyenlerden nefret ederdi. Ona öldüğünü söyleyenlerden nefret ederdi. Sürekli bir yerlerde karşısına çıkanlardan, ölüp tekrar dirilenlerden, ölesiye nefret ederdi. Gördünüz mü, en nedensiz nefretin bile kendince bir nedeni vardı. Belki size saçma geliyordur ama o böyleydi işte. Kıyafetlerini değiştirmek için odasına gitti. Geçitten geçmeden hemen önceki hafta bitirdiği uzun roman, Fyodor Dostoyevski’den Suç ve Ceza geldi aklına o sırada. Daha iki gün önce okumuş gibi iyi hatırlıyordu olanları. Güldü, yaşadığı duygular gülünecek kadar benziyordu romandakine. Cinayet kısmının öyle gelişmemesi için dua ediyordu bir yandan. Bu, eğer olacaksa, onun da ilk cinayeti olacaktı. Üzerini değiştirmekten vazgeçip, sadece siyah ceketini giydi. Satırı ceketin sol iç cebine soktu. Aynadan kendine baktı. Ceket kalın ve siyah olduğundan belli olmuyordu satır. Artık hazırdı pisliğin teki olmaya, hayatındaki ilk kanı çoktan görmüştü. Sorgulara başladı sonra: Ya Yuka onu görürse? Ya öldüremezse Florida’yı? Ya kaçamazsa öldürdükten sonra? Artık bir önemi yoktu bunları düşünmenin! Evden çıkmış ve kapıyı kilitlemişti. Sarsılarak merdivenlerden aşağıya iniyordu. Gördüğü hayaller yaşadıklarından daha baskın geliyordu artık ona. Dediğim gibi de önemi yoktu yaşadığı üç yıllık dostlukların. Yuka onu Florida ile tanıştırdı mı ya da Florida ile bir yakınlığı var mı, bilmiyordu. Belki düşünmek bile istemiyordu. Merdivenlerden indikçe bitkinleşiyor, yanlış yere gittiğini hissediyordu. Fakat şimdi Tanrı bile çıksa karşısına durduramazdı Ezekiel’i! Gıcık olmuştu Yuka’nın güzel yüzüne, kıskanmaktaydı onu ve mutlu hayatını. İnsanlara öncülük etme isteğine de sinir olmuştu hatta. Bitkinleştikçe artıyordu bu öldürme isteği. Evi 15’inci katta olduğundan giderek daha da hırslanıyordu. Çoktan Florida’nın güzel kafasını elinde tuttuğunu hissetmeye başlamıştı. Artık hazırdı her türlü duruma, Yuka onu görmese bile kendi elleriyle getirecekti ölü bedenini. Bak, diyecekti, nasıl da doğradım güzelim kafayı! Sonunda inmişti zemin kata. Kapıyı hızla iterek dışarı çıktı, etrafına bakındı. Yollar büyük, şehir karışıktı. Burası artık sadece geçitle gelen insanlar değil, çocuk sahibi olan insanlarla da doluydu. Kaldırımdan sola döndü, dümdüz ilerledi. Yuka’nın evini biliyordu ve Florida büyük ihtimalle oradaydı. Yolu uzun değildi, evi görebiliyordu. 70 adım sonra müstakil evin önünde duruyordu hatta. Yavaşça kapıyı tıkladı. 5-10 saniye bekledikten sonra adım seslerini duyar oldu. Yere sert basamayan, hızlı adımlarla ilerleyen adımlardı bunlar, Florida’ya ait olmalıydı. Kapıyı yavaşça açıp aradan baktı. Ezekiel’i görünce rahatlayarak kapıyı açtı ve:
— Ezekiel! Hoş geldin. -dedi.
— Hoş buldum. Yuka içeride mi?
— Değil, birazdan gelecek. İçeriye gelsene.
Anlaşılan, tanışmıştı Florida ile. Hatta yakınlardı baya da. Ayakkabılarını çıkartıp girdi. Florida kapıyı yine aynı yavaşlıkla kapatıp mutfağa yöneldi. Üzerinde beyaz bir kazak vardı, altında da uzun siyah şort. Ev genişti, hoş kokuyordu. Perdeler kapalıydı, Güneş ışığı sarı vuruyordu odalara. Belki de Güneş ışığının güzel sarısındandı salonun bu kadar güzel gözükmesi. Rahat bej rengi koltuğa oturdu Ezekiel, mutfağı ve Florida’yı en iyi oradan görebiliyordu. Florida iyice odaklanmıştı, salatalık hazırlıyordu. Ezekiel ceketinin düğmesini söktü, sol eliyle hafif sıyırarak satıra baktı. Sağ eliyle satırı tutmaya başladı birden, kendisinin bile haberi yoktu belki de bu durumdan. Aklına ikide bir gelen balıklardan birisi ölmüştü. Sessizce ayağa kalktı, yavaş adımlarla mutfağa yöneldi. Her adımında satırı bir santim daha görünür kısma çekiyordu. Zihninin köşelerinde duran, keman içen adam geldi aklına. O anda, adamın bardağını keskin jiletlerle dolduruyordu. Adamın yemek borusu, soluk borusu kesiliyordu. Boğazı önden arkaya kanlarla doluyor, en sonunda kafası kopuyordu. Hiçbir şey yapamıyordu bağırmak dışında. En sonunda birisi saçından tutuyor, kesilmiş kafasını yemek masasının tam ortasına koyup çıkıyordu oradan. Satır ile Florida’ya yaklaştıktan sonra tam olarak bunlar yaşanmıştı. Sonra satırı geri koydu sol iç cebine. Ezekiel, nefretini suçsuz bir kadının boğazından çıkartmıştı. Tonla nefretin yerini kuşku ve korku aldı. Kaçtı oradan, kan dolu beyaz gömleği ve titreyen elleriyle beraber. Ceketinin üç düğmesini de iliklediğinde kan falan gözükmüyordu. Anca böyle rahatlatmıştı kendisini, en ufak şeyde rahatlamaya razıydı o sıra. Tekrardan söylüyorum, bunlar isimsiz kalmışlığın etkisiydi. Daha Ezekiel’in göreceği tonla şey varken bunlar nedir ki? Titreyerek yürüyordu eve giderken de, her şey birbirine iyice girmişti bu sefer! Şimdi ona neden yaptığını sorsanız cevaplayamaz. Bilebilir miydi ki kendisi ve tüm sevdikleri dahil milyarlarca canlıyı yok edecek şeyin bu hamle olacağını? Bilse de yapar mıydı sizce? Eve yürürken, yürüdüğünü bile hissetmiyordu. Sanki süzülüyordu Venedik’in renkli sokaklarında. Hep o gördüğü hayalde kalmayı umuyordu artık. Sürekli ters köşe olmak istiyordu Robin’in anlattığı gibi. Belki onu sofraya çağıran genç kızla tanışır, mutlu olurlardı sonsuza kadar. Artık geçmişinde gördüklerinden başka güzel şeyler düşünemiyordu. Düşünmeyi deneseydi yine aynı hayalleri, göreceği şey katliam ve ızdırap olurdu! Belki de bu yüzdendir artık hiçbir şey düşünmek istemeyişi. Eve geri girdiğinde kendini dağınık yatağına attı. Ezekiel’in raylarını sular bastı o sıra.