Ezekiel - Bölüm 1
Fazlasıyla sıcak fakat neşeli bir gün gibiydi. Sanırım onu diğer günlerden ayıran tek şey buydu. Sokaklar henüz boştu, insanlar işe yetişmeye çalışmıyordu. Demek hafta sonuydu tüm bu hikâyeyi başlatan şey. Haftanın içinde kim düşünür ki geçmişini? Evet, kesinlikle hafta sonunun sadece tatil olması değil, insanda boşluk yaratan o hiçbir şey yapmama hissi düşündürmüştü ona başka birisinin anılarını. Henüz 17 yaşındaydı, henüz âşık değildi birisine. Yani boştu tüm günü, hiç tanımadığı birisinin tüm anısını kafasında yazabilecek kadar. Küçük takviminden önceki ayı çekip çöpe attı. Tükenmez kalemi ile 1 Nisan 2013’ü işaretledi. Sonra mutfağa gidip su ısıttı kendine. Kahvesini kaynamış su ile yapmayı sevmiyordu. Saçı kıvırcık ve yeterince kumraldı, kabarık değildi ve çoğu küçük çocuktan daha uzundu. Üzerindeki atlet göbek deliği ile desenli bol eşofmanının arasını gösterecek kadar kısaydı. O bunları düşünemiyor, belki de hoşuna gittiğinden öyle giyiyordu. Kafası çok karışıktı. Çoklu evren inançları onu yoruyordu ayrıca. Su yeterince ısındığında kahve tozu dolu bardağa döküp güneş ışığı sayesinde yeterince aydınlanan odasına geçti. Küçük çalışma masasından laptopunu fırlattı ve alt çekmeceleri karıştırdı, kağıt arıyordu. Çıplak ayaklarını ileriye uzattı, buz gibi zemine değince refleks ile geri çekti. Laptopu uzağa fırlatmamıştı, oradan açıverdi. Şarjını harcamayı sevmediğinden çalışma masasının arkasındaki prize fişini takarak açmıştı. O an onu sakinleştirecek tek şey Chet Baker’in Tokyo konseriydi sanırım. For All We Know şarkısı ile başlayan konser albümü ona yeterince uzun gözükmüştü. Yazacağı şeyleri albümün bitişine göre ayarlamayı planladı, tabii bu planı uygulayamayacağını biliyordu. Kafasında o kadar çok şey vardı ki, hepsini yazmak istiyor ve günlerini buna harcamak istiyordu. Biraz bekledi, gerçekten istediği müziğin bu olup olmadığını kontrol etmek zorundaydı. Ve sonunda sağ üst köşeye adını yazdı. Adı Yuka Orai’ydi. Ardından ”Yazım şeklim utanç verici olduğu için özürlerimi diliyorum. Beni, yazdıklarımı ve yazdıklarımın içindeki insanları anlamanız zor olabilir.” diye başladı yazacaklarına, ”Fakat kendimi rahatlatmam gerekiyor…”
…
Hikâyesi 1886’nın sıcak günlerinde, Güneş’in henüz uykuda olduğu bir saatte başlıyordu. Bir sürü asker vardı aynı yerde toplanmış. Hepsi ise adı yine Yuka Zew olan birisi tarafından toplatılmıştı orada. Hiçbirinin Yuka hakkında fikri yoktu. Binlerce asker kocaman bir tarlanın en düz bölgesinde buluşmuş, adı ”Tek Güç” diye geçen bir herifi bekliyordu. Yuka adlı şahıs tüm askerlerin başını bir şekilde ikna etmiş, bazıları silah zoru ile ikna ettiğini bile savunuyordu. Tonlarca çeşit insan vardı burada. Çoğu heyecanlı, bazıları uykulu, kimi ise umursamazdı. Umursamazlar pek değildi, fazla göze çarpıyorlardı. Bu adamlar rahattı, çünkü, neredeyse hepsi yılların askerleriydi. En iyi dönemlerinde tarihe yazmışlardı adlarını. Özellikle adı Eldon olan şahıs, tam bir fırtınaydı efsane olduğu zamanlarında. Eldon sol kolunda 6 aylık bir bebek ile gelmişti toplanma alanına. Kısa düz ve siyah saçı vardı. Kaslı birisiydi ve yüz hatları oldukça belliydi. Kucağındaki bebekten başka kimsesi yoktu, zamanını vücut yapmaya ayırmıştı belli ki. Şimdi bulduğu bir odun yığınına yaslanmış, ölen polis amcasından kalmış gazeteyi okuyordu. Arada bebek ağlıyor, Eldon ona tip tip baktıkça susuyordu. Tam keyfini bulmuş, gazetenin en keyifli sayfasına göz atıyordu ki, yanına yerden bitme bir adam geldi. İyice oburlaşmıştı bu herif, kendine baktığı falan da yoktu ayrıca. Sanki oturacağı yer babasının mülküymüş gibi yayıldı Eldon’un dibine. Bacaklarını üst üste attıktan sonra Eldon’a göz gezdirmeye başladı. Eldon arada göz ucuyla ona bakıyor, çoktan onu düşman belirliyordu. Adamın sol kalça kısmında kısa bir kılıç vardı. Deri kaplama kının içinde uslu uslu duruyordu. Bir süre sonra durumdan rahatsız olan Eldon kafasını tamamen o herife çevirdi. Az daha ”Ne var bilader?” diye soracaktı, fakat adam ondan hızlı davrandı:
— Senin kılıcın nerede, bir yerine mi soktun? -diyerek dalga geçti Eldon ile.
Eldon onun bu kadar samimi dalga geçmesine ayar olmuştu. Kafasını geri gazeteye çevirdi, ayağa kalkarak gazeteyi kırıştırdı. Hızlıca cebine sokuşturarak geri oturdu ısıttığı zemine. Dimdik ileriye bakıyordu, birkaç asker iddiaya girmiş, bilek güreşine girişmişlerdi. Yanındaki obur cücenin burnu tıkalıydı anlaşılan, sürekli burnunu koluna sümkürüyor ve konuşurken komik sesler çıkartıyordu. Bu sefer ondan gelen sesler tuhaftı, bir şeyi zevkle yalıyormuş gibiydi. Eldon korkunun verdiği yavaşlıktan zorlanarak kafasını ona çevirmeye çalıştı. Göz ucuyla baktığında, adamın az önce burnunu karıştırdığı tüm parmaklarını yalamaya başladığını gördü. Görmesi ile kafasını 120 derece diğer tarafa çevirmesi bir oldu. Ondan tiksiniyordu, ayıp denen şey icat edilmeseydi kalkıp gidebilirdi oradan. Adam kafasını tekrardan ona çevirdi, Eldon ona tekrar bakmayı düşünmüyordu. Bir şeyler söylemeye başlamıştı fakat bizimkinin kafası iyice gitmişti, duymuyordu hiçbir şey. Birden beyazlamıştı çünkü her yer, gözünden yok olan en son şey ileride bilek güreşinden kazandığı paraların sevincini yaşayan askerdi. Hayatı boyunca son kez seviniyordu belki de, yarını belli değildi. Aslında az önce gözü ile görmüş olduğu kimsenin yarını belli değildi, Eldon’un bile. Sanki boşlukta uçuyordu o an, çok huzurlu bir andı. Gözüne en son küçükken gördüğü o mutlu aile tablosu göründü. Eldon’un gözleri kocaman açılmış, sanki hipnoz olmuş gibi oturduğu yerden zorlanarak kalkmış ve dümdüz yürümeye başlamıştı. 16 adım sonra küçükken yaşadığı evin karanlık salonunda buldu kendini. Mutlu ailenin mutlu çocuğuydu Eldon. Hava yağmurluydu, yağmurlu havaları severdi. O bu evin en mutlu çocuğuyken kucağında taşıdığı bebek hayatta değildi. Kardeşiydi o bebek, öz kardeşi. Her şeyi başlatmış olan ve her şeyi bitirecek olanlardan sadece 1 tanesiydi. Evin diğer odalarında dolaşmaya başladı. Kimse yoktu o gün evde, hafta sonu değildi. En son, kendi odasının kapısının önüne geldi. Yüzü asıldı, gözleri doldu. Kapısı kırıktı çünkü odanın, hatırlıyordu o zamanları. Eldon’un hayatı, odasının kapısı kırıldığı zaman kötüye gitmişti. Babası çok içiyordu, zamanla şiddet gösteriyordu ona. Odasının kapısını, annesine bayıltıcı bir tokat atmadan önce kırmıştı. O gün yine içmişti, sinirliydi. Eldon korkudan kapıyı kilitlemiş, kulaklarını iyice kapayıp kapının arkasında yere oturmuştu. Babası önce masadaki boş şişeyi kapıya fırlattı. Şişe kırıldı, kapının önü kırık camlarla doldu. Yanlışlıkla bastı bir tanesine, sonra adamakıllı sinirlenip vurdu evin tek tahta kapısına. Kapıda bir yumruk kırığı oluştu. Eldon kulaklarını iyice kapatmasına rağmen sesten irkildi. O sırada, açılan delik ile çoktan açık olan pencere arasında bir rüzgar oluştu. Eldon’un gözüne o zaman çarpmıştı açık duran pencere. Hemen koştu, zaten zemin katta oturuyorlardı. Boyu kısa olduğundan çıkarken zorlandı, en sonunda kendini ileriye fırlatarak bir günde lanet edilesi olan evden kurtuldu. Henüz 9 yaşındaydı, nereye gidebilirdi ki? Olan olmuştu artık, kendine geldi. Artık mutlu evin mutlu çocuğu değildi Eldon. Artık babasının hiç girmesine izin vermediği odaya da girebilirdi, evde kimse yoktu nasıl olsa, büyümüştü de hatta. Kapının kolunu yavaşça aşağıya çekti. Kapıyı sonuna kadar açtı. İçeriye baktığında, az önce bilek güreşi yapan askerleri gördü. Sadece onları değil, kapı direkt o savaş alanına giden bir yoldu sanki. Şaşırarak içeriye adım attığında, az önceye gitti. Yine o garip zevk ve yalama sesleri geliyordu kulağına, bu sefer çevirmedi kafasını. Ne oluyordu ki? Zamanda geriye gitmesini mi bulmuştu? Önce ağzındaki kuruluğu, sonra zor nefes aldığını hissetti. Kalktı oturduğu yerden, iyice dikleştirdi belini. Binlerce asker ve kilometrelerce alan vardı. Konuşacak başka birisini ya da dinlenebileceği başka bir odun yığınını bulabilirdi sonuçta. Az önce olan her şeyi boş verdi, ölmeden önce yaptığı son hataydı. Eldon zamanını dinleneceği başka bir yer bulmak için harcamayı seçtiği sırada, ön taraflardan bağırmalı sesler gelmeye başladı. Büyük bir aydınlık kaplamıştı tüm araziyi. Eldon geniş cebinden çıkardığı köstekli saatine baktığında henüz günün aydınlanması için çok erken olduğunu fark etti. Köstekli saati cebine geri koydu. 3 yıl önce tanımadığı bir genç vermişti ona bu saati. Oturuyordu bir bankta, uzun siyah saçlı bir çocuk gelip ona hediye etmek istediğini ve havanın çok tuhaf bir zamanda aydınlandığını düşündüğünde bakmasını rica ettiğini söyleyip kaybolmuştu. Eldon önce kucağındaki kardeşine sevgiyle baktı, onu sıkıca kollarında sarıp sağ elini ileriye uzattı. Sanki bir kılıç tutuyormuşçasına boşluk bıraktı ve oluşmaya başladı uzun kılıcı. Gerçekten, kılıcı bir anda elinde yeniden oluşmuştu. Yeterince büyük bir kılıçtı bu. Kılıcı ters tutup yerdeki toprağı ortadan ikiye yara yara yürümeye başladı. Tüm askerler koşa koşa giderken, Eldon iki saniyede bir adım atarak yürüyordu. Giderek hızlanmaya başladı, bir yandan kardeşini sıkıca tutuyordu. Sola doğru koşarak ormana daldı, ağaçların arasından giderek gizlice ulaşacaktı düşmana. Artık koşmakla kalmıyor, ileriye atıla atıla resmen uçuyordu. Düşmanı arkadan vuracaktı. Giderek yaklaşmaya da başlamıştı. Bir süre sonra kafasını sağa çevirdi, savaşın ne durumda olduğuna bakmak için. Fakat gördüğü şey onda şok etkisi yaratmıştı. Askerler düşmana yaklaşamıyordu bile, belli bir mesafeyi geçtikten sonra hepsi yere yığılıyordu. Eldon yavaşlamaya çalıştı, ayağı bir ağacın dışarıya çıkmış köküne takıldı. Yuvarlandı önündeki yokuştan aşağıya. Yuvarlanırken kardeşini sıkıca kucaklamış, elindeki büyük kılıcı geri yok etmişti. Sonunda büyük bir ağaca sırtını çarparak durdu. Kendine gelmeye çalıştı önce. Sonra kardeşine baktı, alnında küçük bir yırtık oluşmuştu. Ağlıyordu kardeşi, onu susturması gerekti. İleride duran çalı çarptı gözüne. Hemen oraya koştu ve koparttığı bir yaprak ile kardeşinin yarasını sildi. Çalılığa saklanmıştı, düşmanın onu burada bulamayacağını düşünüyordu. O sırada dışarıdan bir ses duyuldu, birisi sürünerek ona yaklaşıyordu sanki. Ağlayan kardeşinin üstünü yapraklarla kapattı ve kendini dışarıya attı. Tam tekrardan elinde oluşturduğu kılıç ile yerde sürünen kişinin kafasını ortadan ikiye ayıracaktı ki, onun az önceki obur olduğunu fark ederek durmayı başardı. Adam ıkına ıkına konuşuyordu, az öncekinden daha da şişmandı hatta. Birden, vücudu ortadan ikiye yarıldı. Patlamıştı adam ve bu çok tuhaf bir görüntüydü. İçinden, tam üç tane başka asker çıktı sonra. Bunlarda az önce bilek güreşi yapan askerlerdi, birisiyse bahis koyan rastgele bir askerdi. Her tarafı kan olmuştu bu üç askerin. Kanın etkisiyle vücutları parçalanmaya, çürümeye başlamıştı. Eldon gördüklerinin etkisinden çıkamıyordu. Sanki düşman onu ayağına çağırıyordu, o öyle hissetmişti daha doğrusu. Kardeşini bile orada bırakarak yukarıya çıkmaya başladı. Elindeki kanlı kılıcının rengi parlak kırmızı olmuştu. Bu Eldon’un sinirini ya da duygusallığını ifade ediyordu. Öyle karışık bir haldeydi ki kafası, hangi birini ifade ettiğini kendisi bile söyleyemezdi. İşte, sonunda çıkmıştı er meydanına. Savaş alanında sadece ikisi kalmıştı. Eldon dişlerini sıktı ve kılıcını iki eliyle sıkıca tutarak düşmana doğru koşmaya başladı. Gözüne bir çıkıntı çarpmıştı, düşmanına oldukça yakındı. Çıkıntıya doğru koştu, giderek yükselmeye başladı. En sonunda, atladı. Kılıcını kafasının üstünde tutuyor, isabet edeceğini düşündüğü mesafeye geldiğinde kafasından yarmayı planlıyordu. Yeterince yaklaşmıştı. Tam kılıcını ileriye savurduğunda, zaman yarım saniyeliğine durmuş gibi oldu. Ardından açık turuncu, turkuaz, fuşya gibi birbirinden alakasız gözüken renkler geldi gözünün önüne. Bir araya getirilip efekt gibi kullanılınca Cyberpunk temalı bir seriden fırlamış gibi duran renklerdi bunlar. Eldon o efektlerle birlikte geriye fırlamıştı, düşmana dokunamıyordu fakat düşman da onu öldürememişti. O an, SR20DET şarkısı gibi hissettiriyordu insana. Düşman ortadan kayboldu, Eldon bayıldığı gibi ayıldı. Etrafa baktığında Güneş’in doğduğunu ve birçok asker cesedinin yanında uzandığını fark etti. Tekrardan Chet Baker çalmaya başlamış gibi bir andı bu sefer. Konserin sevilen parçası, Almost Blue çalıyordu. Sakin bir hava vardı savaş sonrası arazide. Eldon yaşayan tek askerdi. Hareket edemiyordu, az önce yaşananları aklından çıkartamıyordu, kardeşini unutmuştu. Sonra birisi belirdi arkasından. İşte, o adamın da saçı kıvırcık ve yeterince kumraldı, kabarık değildi ve çoğu küçük çocuktan daha uzundu. Başka bir yıldan gelmiş gibiydi, Eldon kafasını ona çevirdi. Göbek deliğine kadar gelebilen beyaz tişörtü vardı. Üstüne ince ve deriden yapılmış ceket giymiş. Altında da bej rengi, belinden en ucuna kadar ceplerle dolu olan bol bir pantolon vardı. Eldon’dan biraz daha az kası vardı. Adının Yuka olduğunu, yaşananlar için çok üzgün olduğunu söyledi. Eldon’a sıkıca tutunup, ağlamaya başladı. O kadar çok ağladı ki, akan yaş yüzünü yakacak kadar çoğalmıştı. Eldon oradaydı, ama sanki değildi. Yok olmuştu, yıkılmıştı. Artık dayanamazdı yaşamaya, çünkü bir şeyler görmüştü. Ne gördüğünü anlatacak gücü yoktu fakat bunları gördükten sonra yaşamanın bir anlamı olmadığını düşünüyordu. Yuka’ya yalvardı, onu öldürmesi için. Ancak Yuka çoktan gitmişti, hiçbir yerde gözükmüyordu. Eldon öylece boşluğa bakıyorken, solunda bir el belirdi. Küçük, iki taraflı bir çakı tutuyordu bu genç gözüken el. Yavaşça, sakince kesti Eldon’un şah damarını. Bu kadar kolay ölmüştü binlerce askerin ölümüne sebep olan Tek Güç tarafından yenilmeyen asker. Güçsüzdü, bir şey yapamazdı o anda. Kim tarafından öldürüldüğünü bilmeden öldü hem de. İşte, sonrasında insanlar bu savaşa ”Namonaki Savaşı” adını yakıştırdı. İsimsiz kalmışlığın birleşmiş haliydi Namonaki, binlercesinin ölümü olan, kim olduğu bilinmeyen isimsiz birisinin kimliğiydi. Bebeği buldular. Yaşlı, sıska bir adam geldi. Telaşla arıyordu ağlayan bebeği hatta. Kırışık gömleğinin üstünde düzgün yapılmamış bir kravatı vardı bu adamın. Onu bulduğunda sevinçten ağladı, Güneş’e doğru tutarak heyecanla dansa koyuldu. Sonra zıplaya zıplaya uzaklaştı oradan, yine aynı heyecanla. Yüzü zayıf olmasına ve kemikleri yeterince gözükmesine rağmen derisi sarkık bir adamdı bu. Sevecen yüzlü ve alkolik.
…
Sonra, aradan 14 yıl geçti. 5 Mayıs 1900’de başladı yeniden hikâye. Pek sıcak sayılmazdı o gün. O yaşlı adam, bebeğin adını Ezekiel koydu ve Ezekiel 14 yaşına gelmişti. Tek hayali, ondan 11 yaş küçük olan Eyfel Kulesi’ni görmekti. Ezekiel o gün yorgundu. İlk kez evi dışında bir yere uzanmış, bakkaldan aldığı yeni gazeteyi inceliyordu. Bebekken yaşadıkları hakkında bir bilgisi yoktu, onu kucaklayan adamın öz babası olduğunu sanıyordu. Saçı dümdüz, oldukça uzun ve simsiyahtı. Gözleri de bir o kadar siyahtı ama genelde saçı önüne geldiği için belli olmazdı. Fakat o gün saçını dağınıkça toplamıştı, önünde birkaç kısım saç kalmıştı sadece ve bu güzel gösteriyordu onu. Yüzü zayıftı, saçını kesse yakışırdı belki de. Giyimi de Yuka’yı andırıyordu tuhafça. Ezekiel o gün sinirliydi. İlk kez evden kovulmuş, geceyi dışarda geçirmişti. Uyumamıştı, serseri gibi dolaşmayı tercih etmişti. Dışarıda dilencilerin veya serseri grupların yaygın olmadığı bir yerlerdeydi. Denizin kenarında, sevimli bir kasabaydı burası. Renkli bir yerdi. Aslında bir şeyin ne zaman olacağı belli olmazdı. Köpeklere pek rastlanmazdı, kediler sevecendi. Tuhaftır ama hepsinden bol tavşanlar gezerdi etrafta. Deniz temizdi. Sahil, Ezekiel için tek rahatlama yöntemi gibi gözükürdü. Ne zaman kötü bir şeyler yaşasa sahile koşardı. Belki şükrederdi denizden uzak yaşamanın mahkûmu olmuş insanlardan olmadığı için. 1850 filmlerini severdi, görmediği yerleri filmlerle görürdü. Neyse, o gün tekrardan, sinirini atmak için gazeteyi buruşturdu ve ellerini o dönemlerde sadece askerlerin giydiği kargo pantolonunun cebine atarak sahile yürümeye başladı. Ailesi yeterince zengin olmasına rağmen şımartılmış bir çocuk değildi. Yürürken kendinde değildi, uyumamıştı bir gündür. Başı dönüyor, ayağa kalktığında gözleri kararıyordu. Hatta birkaç defa ayağı taşa takılmış, neredeyse düşecek gibi olmuştu. Sahil yolu uzun tahtalarla vidalanmıştı. O tahtalardan zıplaya zıplaya gitmek bile insana huzur veriyordu fakat Ezekiel’in ilk defa bunu yapacak hali yoktu. Sonunda geldi sahilin kenarına. Deniz ve dalgalar, onun ilk aşkıydı. Evden kovulmanın neredeyse güzel bir şey olduğunu düşünmeye başlamıştı ki, bu hissi kovan şey üvey kardeşinin uzaktan gelen sesi oldu. Tonny idi adı, abisinden 4 yaş küçüktü. Ezekiel ona Tonni, Tony, Toni, Ton gibi isimlerle sesleniyordu ara sıra. Genelde onu umursama seviyesi, onu görene kadar ondan bahsetmemem gibi bir şeydi. Ezekiel’i görür görmez ”Abi!” diye bağırarak yanına kadar koştu. Ezekiel’in başı ağrıyordu. Kafasını yavaşça ona çevirdi. Sanki o anda, Tonny’nin gözlerinden beyaz ışıklar parlıyordu ve bu ışıklar Ezekiel’i kendine getirmişti. Gözleri kamaştı, elleriyle gözlerini kaşıdıktan sonra geri baktığında bu sefer normal gözüküyorlardı. Tonny’nin gözleri mordu, çok güzellerdi. Esmer bir çocuktu Ezekiel’in aksine. Saçı dalgalıydı, fazla uzun değillerdi ve koyu kahverengimsi bir rengi vardı. Deriden yapılmış kahverengi ceketinin içinde mor kravatlı beyaz gömleği vardı. Altında, dizinin biraz altına kadar gelebilen bol siyah bir pantolon. Renkli bir çocuktu anlayacağınız, renk uyumlarını sağlayamıyordu. Sallana sallana gelmişti abisinin yanına. Önce ellerini yanaklarına koyarak yüzünü inceledi. Kafasını önce sağa, sonra sola çevirerek çıkmakta olan sakallara tuhaf tuhaf baktı. Ezekiel yüzünü sürekli jiletle kesiyordu. Bu yüzünü biraz daha pürüzlü hale getirse bile ona büyüdüğünü hissettiriyordu.
Tonny durgunca:
— Jilet canını acıtıyor mu? -dedi.
— Hayır, kesip geçiyor.
— Peki, sence gerçekten bizden birkaç tane daha var mı? Yani, çoklu evren teorisi gerçek olabilir mi?
Biraz duraksadı Ezekiel, kardeşinin birden konuyu değiştirmesi tuhaf gelmişti. Fakat düşünecekti bunu, gerçekten de var mıydı onlardan milyonlarca? Tüm bunları düşünürken, düşündüğü ile günah işleyip işlemediğini de düşünüyordu. Belki de tersti tüm inançlara.
— Saçmalık. -demişti, çünkü korkmuştu yanılmaktan.
Sonra ellerini çekti Tonny, sağ kolunu abisinin omzuna attı. Bu sefer birlikte denize bakmaya başladılar. Boyları neredeyse aynıydı.
Tonny:
— Belki bulduğum şey fikrini değiştirir. -diyerek neredeyse uyuklayacak olan Ezekiel’in gözlerini açtı.
Kafasını yine aynı yavaşlıkla Tonny’e çevirdi. Tonny sağ kolunu indirip abisinin elinden tutarak tahta yola çekmeye başladı. Yolun devamı kasabanın en ıssız yerine, çöplük araziye gidiyordu. Ezekiel kafasını yola çevirdiğinde, kasabanın tamamen denizden oluştuğunu fark etti. Binalardan su damlıyor, yolların hepsi okyanus mavisi. Dağlar ada gibi, tamamen yeşil veya tamamen kum sarısı. Sonra kafasına küçük bir taş çarptı, birisi atmadı bu taşı. Gerçekten, taş gökyüzünden düştü Ezekiel’in kafasına ve düşmesiyle Ezekiel’in kendine gelmesi bir oldu. Her şey yine olması gerektiği gibi, soluk ve cansız gözüküyordu. Gerçi söylemiştim, kasabası gerçekten çok renkli bir yerdi. Gökyüzüne baktı bu sefer, iki tane adam gördü bulutlarda. Birisinin elinde kızıl bir kılıç, diğeri ölse aldırmaz, öldürse aldırmaz. Kızıl kılıcı adama saplıyor. Sonra, bulutlar dağılıyor, kılıç adamı delip geçiyor. Fakat bir dakika sonra yine yok olan bulut zırhlı adam ve kızıl kılıcı, diğeri huzurla kaçıyor. İşte böyleydi Ezekiel’in gördükleri, hepsi kendi hayal gücüydü tabii. Kimse böyle görmüyor etrafı ve bulutları. Herkes kendi işinde. Eğer kendi içinde olsalardı ve öyle yaşasalardı hayatlarını, belki de Ezekiel gibi düşünen binlerce hayat bulurdunuz. Fakat Ezekiel kimseyle düşman olmadı, kimsenin canına kıymadı veya hayatında hiç kan görmedi. Düşünseydi elbet görürdü böylelerini de, bilseydi de düşünürdü tabii. Onlarca Ezekiel’den sadece birinin evrenindeyiz şimdi. Acaba kaç tanesi bu yaşından önce kan ile tanıştı?
…
Uzunca yürüdüler. Sonunda geldikleri yer, çöplüktü. Büyük arazinin ortasında duruyorlardı. Tonny abisine orada durmasını ve ona seslenmeden yanına gelmemesi gerektiğini söylemiş, giderek uzaklaşıyordu. En sonunda, bit olacak kadar uzağa gittiğinde, zıplıyor ve ellerini aşağı yukarı sallayarak abisine sesleniyordu. Ezekiel ayakta zor duruyor, bir metre ilerisini zor görüyordu. Tonny bunu geç olsa da anladı, abisine sürpriz yapmaktan vazgeçerek geri döndü. Abisinin koluna girdi ve az önce kendisinin gittiği yere bu sefer ikisi birlikte yürümeye başladılar. Tonny abisinin erkenden yaşlandığını düşünüyordu. Daha görecekleri çok şey vardı ve tüketecekleri. Biliyordu abisinin Eyfel Kulesi’ni görmek istediğini. Evdeyken kendini kütüphaneye kapatıyor, Eyfel Kulesi hakkında yazılanları okuyordu. Peki ne bu kadar dikkatini çekiyordu, gittikçe sivrileşen bir kulenin nesi ilgi çekici olabilirdi ki, diye düşünüyordu Tonny. O bunları düşünürken, çoktan gelmişlerdi gidecekleri yere. Delik gibi yuvarlak bir yer vardı, küçüktü biraz. Kocaman bir ışık topluluğu vardı orada. Beyaz, kırmızı, lacivert, sarı, turuncu ve yeşil renkleriyle kaplıydı zemini. Ortasında küçük, beyaz bir masa vardı. Üstünde, kurşun kalem ve iyice sararmış, yıpranmış iki tane kağıt. Tonny yavaşça küçük çukurun içine atladı. Masaya yaklaştı, kalemi eline aldı. Önce masayı karaladı, göz çizdi. Yorgun ve bitkin fakat mutlu gözükmeye çalışan bir gözdü çizdiği. Çizimi bittiğinde kalemi bıraktı masaya. Kağıtlardan birini eline alıp incelemeye başladı. Kim niye böyle bir şey yaptı ki? Kimin aklına ”Hadi bir çukur kazayım da ortasına fakir evimden kalan tek masayı koyayım, birde kölelik paramla aldığım iki kağıt bir kalemi emanetmiş gibi bırakayım.” demek geldi ve üşenmeden yaptı? Tabii Tonny’nin düşünceleri değil bunlar. Arkada görebileceğiniz en cansız put gibi duran Ezekiel’in kafasından çıkıyordu. Dışı ölüydü, fiziksel anlamda bitmişti. Yine de zihni çoğu fiziksel anlamda iyi olandan daha iyiydi, daha da iyiye gidiyordu hatta. Tonny vücudunu abisine döndürüp elindeki kağıdı gösterdi. Üzerine bir şeyler çizmişti abisini oraya getirmeden önce. Planına göre, çizdiği ne olursa olsun gerçekleşecekti, abisine sürpriz yapacaktı. Fakat hiçbir şey değişmedi. İlk geldiğinde nasılsa, yine öyleydi orası. Ezekiel içinden, ”Bunun için mi gelmiştik buraya?” gibi şeyler düşünmeye başladı. Yavaşça geldiği yöne doğru döndü. Birkaç adım attı. Altıncı adımını atacakken, arkadan gelen tuhaf sesleri duymaya başladı. Döndü arkasını, Ton’a baktı. Tonny yine aynı pozisyondaydı. Kağıdı havaya kaldırmış, abisine gösteriyordu. Az önceki durumundan tek farkı, bir şeyi başardıktan sonra attığı gülüşün eklenmiş olmasıydı. Ezekiel karamsar bir çocuktu, Tonny ise aksine. Tonny bir şeyi başarmak için peşinden giderdi, Ezekiel başarmak istediği şeyin ona gelmesi gerektiğini düşünürdü. Eğer gelmezse başarmak istediği şey yanına, ona gitmek için birisine ihtiyacı olurdu, yalnız gezmeyi sevmezdi. O sırada, Tonny’nin arkasından kocaman, garip bir şey çıkmaya başladı. Sanki gelecekten gelmişti, bizce sıradan bir şey tabii. Ezekiel tamamen geri döndüğünde, Tonny elini aşağıya indirdi, kağıt yere düştü. Çıktı çukurdan, abisinin yanına koştu. Kağıt o şeyin içine çekilmişti, sonra yok oldu. Ezekiel olanlardan kopmuştu, sanki boşlukta süzülüyordu. Aşağıya düşüyor ve giderek hızlanıyordu. Böyle hissetmesi kısa sürdü, saçları alev aldığında kendine geldi.
Tonny gülümseyerek:
— İşte bu, abi, hayatını iyi veya kötü yönde değiştirecek. -cebinden not dolu bir kağıt çıkarttı- Sen gittikten sonra tuhaf bir defter buldum, bitirdim bir gecede. Defter tam burayı gösteriyordu. Yazılanlar kime ait bilmiyorum fakat, inanmak istedim. Kafamı karıştırdı, o kağıda çizdiğim şeyin aynısı notta var. Altında, ”1. ve 2. evrenin birleşim kaynağı, Y.ZZZZZZZZZZZ!!!” yazıyor. İşte, çizdim aynısını, notlarda yazan yer burası. Karşımızda duran şey, yani sanırım, bir başka evrene gidişin herhangi yolundan birisi. Biliyorum, saçma. Fakat gördün, kağıt o geçide çekildi ve ortalıktan yok oldu!
Ezekiel kağıdı elinden aldı. İki kısmını da dikkatlice okumaya başladı. Birkaç tane matematiksel işlem, karışık uzun isimler tarafından ortaya konulmuş teoriler, dandik duran rakamlar ve adına ”PortalBinAltıMilyonKırkSeksenİki” -böyle bir sayı bile yok- denilmiş bir çizim vardı. Açıklamasında, gerçekten de ”Y.ZZZZZZZZZZZ!!!” yazıyordu. Sallama duruyordu bu kağıt, fakat olan olmuştu, karşısındaydı o çizimdeki uzun geçit. Olan 6. şey Ezekiel’in gülmesiydi, ilk defa. Bir şey ilgisini çekiyordu. Anlattıklarına göre, bu geçidi ışık hızının saniyede ulaştığı metrenin iki metre önüne geçerek yapmışlardı. Bir sonraki cümlelerinde, geçidin saniyedeki hızının 299.792.460 metre olduğu yazıyordu. Gerçekten, nasıl başarmışlardı bunu? Bu, kurallara ve diğer tüm her şeye tersti. Her şeyden önce imkansızdı, imkansız diye bir şey yoktur, sözünü hiçe sayan şeydi. Nasıl yaptıklarını anlatmamışlardı, nasıl anlatsınlar ki zaten, yalandan sonrası gelir mi? Ezekiel boş bir insandı, macera arayası tutmuştu tam o sırada.
Kafasını Ton’a kaldırıp:
— Yalan attığı kısımlar var, fakat dikkatimi çekti bu mevzu. -parmağıyla geçidi gösterip- Ne yapıyoruz? -dedi.
Tonny dünden hazırdı, abisinin elini tuttu. Birlikte geçide bakmaya başladılar. Tipinde hayır yoktu aslında, yine de ilgi çekiciydi. Aynı anda arkalarına baktılar birden, kocaman ama küçük bir kasaba bırakacaklardı geride. Hiç konuşmadan anlaşmışlardı, gideceklerdi buralardan. Ya yeni şeyler keşfedecekler, ya da hiçbir şey olmayacak. Sonuçta, bir şey kaybetmeyecekler. Ezekiel ilk adımı atmıştı, Tonny biraz daha geride duruyordu artık. Tam ikinci adımı atacakken, geçidin arkasındaki uzun boylu adamı fark etti. Uzaklardaydı ama çok net gözüküyordu. Biraz uzun siyah saçları vardı, sakal ve bıyık kısmını yeni jiletlediği çok belliydi. Korkuyla, biraz üzüntüyle bakıyor fakat elinden hiçbir şey gelmiyordu. Sanki izlediği şey olması gereken şeymiş, izlemekten başka yapacak hiçbir şeyi yokmuş gibi duruyordu. Üzerinde bol, tozlu, kahverengi bir kapüşon, altında siyah, ince pantolon vardı. Ezekiel için zaman ağırlaşmış, yavaşlamıştı. Adam kapüşonunun şapkasını örttü, ellerini küçük cebine attı. Arkasını döndü, daha önce hiç görmediği birisini son kez görüyormuş gibi hissettirerek uzaklaştı oradan. Ezekiel durdu, geçitten geçmeden son bir defa kardeşine baktı. Onun ne kadar güzel olduğunu, ne kadar saf olduğunu düşünmeye başladı, gözlerinden birkaç damla yaş aktı. Kardeşinin elini daha sıkı tutmaya başladı. O sırada, aklında bir şekil vardı. Birkaç farklı renk, önce giderek dağılıyor, sonra giderek birbirine uyuyor fakat birleşirken diğer renkleri dağıtıp geri birleştiriyordu. Sonra bir ateş, sonra hiçlik, sonra önceden yaşamış olduğu birkaç anısı film şeridi gibi karşısında dizildi. Sonra, bunlar gerçekten yaşandı. Çoktan geçmişlerdi geçitten, karanlıkta süzülüyorlardı. Aşağıya düşüyor ve giderek hızlanıyorlardı. Bu karanlık bir silindirdi, karanlığın yerini film şeridi gibi gözüken iyi ya da kötü anılar alınca anlaşıldı. Ezekiel aşağıya düşerken bu anılardan birkaçına dokunuyor, haberi olmadan anıyı tam tersi şekilde değiştiriyordu. Mesela, iyi bir anıya dokunduğunda o anı kötü olmaya başlıyor, onun geçmişini etkiliyordu. Çok mutlu bir anıysa, travma oluşturabilecek derecede kötüye dönüşüyordu. Eli o anıya değecekti, çok az kalmıştı. 1886 Savaşı’na, abisinin ölmeye gitmeden önce onu son kez öpüşüne değecekti eli. Değemeden yok oldu anılar, tekrar karardı ortalık. Artık aşağıya düşüyor gibi hissetmiyordu da, hiçbir hissi yoktu. Görüşünün tam ortasından, uzaklardan gelen birisi gözüktü sonra. Tamamen beyazdı bu kişi, beyaz sihirbaz şapkası, beyaz değneği vardı, kambur duruyordu. Kısa boyluydu, cüceyi andırıyordu. Ezekiel’e giderek yaklaşıyor, yaklaştıkça bulanıklaşıyor, bulanıklaştıkça yok oluyordu. Tamamen yok olduğunda, onu oluşturan şeylerin beyaz kıvılcımlar olduğu ortaya çıkıyor, giderek soluyorlardı. Gerçek değildi o adam. Ezekiel’in gözleri de açık değildi aslında. Yarını belli olmayan, milyonlardan birisiydi o sadece.